Marmara Kapalı Hapishanesinde Kalan Özgür Tutsak Çiğdem Şenyiğit’in Gönderdiği Mektubu Yayınlıyoruz
Yiğitlik Kervanı – Anadan Oğula, Oğuldan Anaya; Yarınlara Yürüyenlerin Hikayesi
1 Mayıs’ta muhabirdim. O gün İstanbul’da sabah tüm emekçiler için çok erken başlamıştı. Taksime yürüme hakkını kazanmıştık. Halaskargazi Caddesi bu defa gaz bulutlarıyla değil, kızıl sancaklarla kaplanacaktı. Müthiş heyecanlıydık. 30 yıllık hayalimiz, her birimizin alın teriyle, iddiası, kararlılığı ve cesaretiyle gerçeğe dönüşmüştü. Taksim bir kez daha bizim olmuştu. Kortejimizin uzunluğunu tarif edecek bir kelime bulamıyorum.
İnsanlarımız faşizme olan öfkelerini, şehitlerimize bağlılıklarını, büyük aile içinde yaşadıkları acı tatlı hatıralarını, yüreklerinin bir yerinde hep hazır bekleyen o bavula katlayıp doluşmuşlardı caddeye.
Tıka basa dolu bir istasyona benziyordu kortej. Birazdan devrime yürüyecek umut treninin yolcularıydık her birimiz. Pankartlarımız, sancaklarımız, şehitlerimiz, türkülerimiz, şiirlerimiz, hayallerimiz, sevdamız ve hasretimizle o sabah yola çıkmak için sabırsızdık. Bizi uğurlamaya gelen olmayacaktı. Kim bu kutlu günde geride kalmak isterdi ki? Saflar sıklaşmaya, sloganlar gürleşmeye başlamıştı. Tek tipler kortejdeki yerlerini almıştı. Beyaz gömleklerinin yakasına taktıkları kızıl fularları, yıldızlı bereleri ile tüm yüzler birbirine benzemişti. Hiçbir ayrıcalığa, kayırmacılığa yer olmayan, ekmeğe ve hürriyete doyacağımız adil düzenin ordusu. Caddedeki diğer solun kortejleri düzen sağlayamıyor, insanlar kızıl sancakları görmeye gidiyordu. Yüreğinde Kaypakkaya’yı, Denizleri ve devrime dair farklı düşleri taşıyan halkımız, tek tip kortejini izlemeye doyamıyordu. Bu ordu, tüm çizgileri birleştiren, güçleri ortaklaştıran bir güce sahipti sanki. Devrimin hayal etmekten öteye gidilemeyen o büyük yeminimizin, elle tutulur, gözle görülür haliydi.
Burjuva gazetelerin muhabirleri, Kızıl Nehir gibi uzanan rap raplarıyla tüm kürsülerden daha güçlü konuşan tek tipleri yakından görmek, çekmek istiyorlardı. Ancak el ele tutuşup güvenlik alan insan zincirini aşamıyorlardı. Ben ise halkın muhabiri olarak o nehrin tam ortasındaydım. Çünkü ben de nehrin dalgasıydım, onların yoldaşıydım. Gördüğüm fotoğrafını çekmekte hürdüm. O gün tek tiplerde yaşlı ana babalar ile bıyığı terlememiş delikanlılar yan yana dizilmişlerdi. Halk ordusunun neferleri içinde Kezban anneyi gördüm. En öndeydi. Onun eline sancak değil, flama vermişlerdi. Flamanın sapasını pantolonun kemerine oturtmuş. Kır saçları yıldızlı veresinin altından savrulmuştu. Öylece uzun uzun seyrettim onu. Gençlerden geri kalmıyor, ayaklarını yere son derece sert vuruyordu. Adımlarına oğlu Mustafa da eşlik ediyor muydu? Gözlerim dolu dolu fotoğraf makineme sarıldım ve üst üste fotoğraflarını çektim. Kızıl nehrin ortasında ilerlerken Erdem Hanoğlu ile karşılaştım. Gözleri güneşten kamaşmıştı. Güneş, incecik gömlekle titreyen bu delikanlı için kaygılıydı sanki. Fakat rüzgardan değil, heyecandan sallanıyordu Erdem. Belki kendinden daha ağır olan sancağa sımsıkı yapışmıştı. Ona destek olan eller vardı. Görmesek de biliyorduk ki Şenay ana oğlunun hep yanı başındadır.
Aynı hafta dergiye bu görkemli 1 Mayıs’ın fotoğraflarını basmıştık. Ön kapakta tek tip kortejindeki Kezban annenin fotoğrafının yanına Şehidimiz Mustafa Bektaş’ın resmini koymuş ve altına “Kızıl sancağımız, Oğuldan Anaya” diye yazmıştık. Erdem’in kızıl sancaklı fotoğrafının yanına da Şenay ananın bir resmini koymuş ve bu defa “Anadan Oğula” diye not düşmüştük. O günlerde birlikte çalıştığım Mustafa Doğru ile dergi kapağının çıktısını aldık.. Güzel bir çerçeveye koyup hediye paketi yaparak armutluya doğru yola koyulduk. Bu güzel resmi Kezban annemize hediye edecektik. Kezban anne bize güzel bir demlik çay yapmıştı. Kurabiyelerimizi yerken 1 Mayıs’a tarih yazdığımızdan bahsettik. Sohbet buraya gelince de hediyemizi çıkarıp verdik. Annemizin heyecanı görülmeye değerdi. Uzun uzun çerçevedeki resmi inceledi. Önce bizi neşelendirmek için berenin altından savrulmuş olan saçlarını gösterip “Tam bu saçlarımı da” dedi “Keşke en geriye itseymişim”.
Mustafa bir kahkaha savurdu; “Kadınlar” dedi “Yaşı kaç olursa olsun dertleri hep aynı.” Gülüştük. Sonra kaşları çatıldı Kezban annenin. Fotoğrafın altındaki yazıları okuyordu. Oğlu Mustafa’nın resmini okşarken “oğuldan anayaymış, teh” diye söylendi ve bizi düzeltmek ister gibi; “Biz Cunta hapishanelerinin önünde direnirken Mustafa’m ham bu kadar çocuk idi” dedi. Hep birlikte hem gülümsemiş hem de hayranlıkla anamızın yüzündeki çizgileri izlemiştik. İşte bu ana -oğul yiğitlik kervanına Yurdagül abla ile Bakicanımız’ ıda kattık. Hem halkın içinde karanlık, yıkıcı bir kasırga gibi esen faşizm halkın dayanışmasını, başkaldırısını ancak değerlerini çürüterek bastırabilir. Bunun için hiç durmadan saldırıyor o değerler uğruna ölümü gezi alanlara. Koskoca bir tecrit tasfiye çölünün ortasındayız. Yangınların, depremlerin, açlığın çocuklarıyız. Ama biliyoruz ki biz kazanacağız. Çünkü faşizmle uzlaşmamak, teslim olmamak için vatanın bağımsızlığı uğruna, emzirdiği çocuklarını ölüme, düğüne gider gibi uğurlayan hem acıyla hem onurla yoğrulan analarımız, yoldaşlarımız var bizim. Var olmaya devam edecekler. Ve biz yok olmayacağız.
Çiğdem Şenyiğit, Silivri Hapishanesi, Şubat 2025
